Hayatımda bilmediğim hiçbir şey olmuyor. Her şey eskiden beri bildiğim olayların tekrarı sanki. Gece oluyor, gündüz oluyor. Gün dediğin yirmi dört saatmiş, öyle olduğu söyleniyor.
Etrafıma bakıyorum herkes ve her şey için hayat aynı. Sabah evden çıkanlar, evde kalanlar, aynı yöne gidenler, ayrı yönlere dağılanlar. Çok yukarıdan bakınca karıncalar gibi görünüyoruz. Ağaçlar, nehirler, dağlar, kuşlar, çiçekler bu rutin hayata razı olmuş, konu mankeni gibiler.
Her gün kendime iş çıkarmasam bu sefer yataktan çıkmak istemiyorum. İşim olmazsa o kafe senin bu kafe benim kahve, kitap derdine düşüyorum. Çaresizlik hissettiğim zamanlardaki tek kurtuluşumun bu olduğunu bilerek…
Zaman yirmi dört saatte geçip gitmekte midir? Yoksa zaman bir kum saati gibi tersine çevrilip durmakta, hayatsa olmuşla olacak arasında bir tekrardan mı ibarettir?
“Bir çöl kaç kum saati eder içimde” demiş Küçük İskender.
Hayatımıza ne kadar çok anlam yüklüyoruz ve içinden çıkılmaz bir labirente sıkıştırıyoruz kendimizi.
Cassandra Sendromu sardı sanki ruhumu. Hani Truva Kralı Priamus’un kızı Hektor’un kız kardeşi olan güzeller güzeli Cassandra. Tehlikleri önceden sezen, gelişmiş duyma yeteneğiyle olacakları önceden duyan ve iri gözleriyle görebilen Cassandra. Ama bunları kimseye anlatamaz, anlatmaz, içinde yaşar. Hem bedenen hem ruhen yıpranır. Bir lanet gibi sarmıştır onu bu yeteneği. Belki de toplumsal vicdana sahip olmanın yükü altında, sorumluluk duygusuyla kıvranır, acı çeker. Onun da laneti budur.
Birçok şeyi tahmin eder ama yine de bekleriz. Neyi beklediğimizi bilemeden, kendimizce sebepler bularak bekleriz. Belki de bu yüzden tekrar eder yaşadıklarımız. Tekamüle erememenin sebebi bu olabilir mi? Sorunlardan sürekli kaçma ya da olanı olduğu gibi kabul etme ve hatta ruhun tüm bu olası tekrarlar yüzünden kendi içinde verdiği sayısız mücadeleyle sınanmasının sebebi yine kendimiz miyiz?
Hayatımızdaki tekrarlar gibi ruhumuz da tekrar eden iniş çıkışlardan ibaret bir döngünün içinde sanki. Bazen Van Gogh’un depresyonunu anlatan sarı renkleri, bazen ışık ve gölge ustası Rembrandt’ın bize yaşlılığı hatırlattığı açıklı koyulu tabloları gibi içimize kapanıyor, anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyoruz hayatımızı.
“Zaman geçiyor ve ben acılı varlığımın üstesinden gelemiyorum.” diyen Monet gibi çoğu zamanda dünyayı olası tuvaller gibi görüyor, olanı kabul ediyoruz;
“Ama en kötüsü sorgulama değildi. En kötüsü, sorgulamadan sonra hiçliğime geri dönmekti; aynı masanın, aynı yatağın, aynı leğenin, aynı duvar kağıdının olduğu aynı odaya.”
Prag Kalesi’ nin kale duvarları arasındaki 22 numaralı küçücük bir evde sıkışıp kalmış bir bedenin sınır tanımaz ruhu yazmıştır Şato’yu, Dava’yı, Dönüşüm’ü. Sınırların içinde bir sınırsızlıkta yaşar Kafka. Tuhaf bir adamın kaygılı ve korku dolu geçen yılları içinde onu tek mutlu eden şey yazmaktır. Yaşadığı şehri bir labirent gibi görmesi ve karmaşık gelmesi hatta bir türlü içinden çıkamaması belki de böyle eserler yazmasına sebep olur. Prag meydanındaki meşhur astronomik saatte tüm figürler saat başı ortaya çıkarak korkulara kafa tutmaya çalışırken bugün yeniden Kafka’ yla yaşıyor, düşünüyor oluşumuz da bir tekrardan mı ibarettir? Kafkaesk, Kafkaokur, Kafkavari gibi tanımlamalar bularak bunu canlı tutmaya çalışıyor olabilir miyiz? Kendi varoluşumuzu belirleyen biz miyiz? Kaçtıkça sorunun içine mi yuvarlanıyoruz?
Karamsar olmak istemem ama bazen önümü görmekte zorlanıyorum. Sürekli tekrarlar, tekrar eden haberler, tekrar eden problemler, şiddet, kriz, buhran, gürültüler, görüntüler bunaltıyor beni. Sait Faik “Yazmasam çıldıracaktım,” demiş ya, işte ben de okuyup, yazmazsam öyle oluyorum. Değişen düşüncelerimizle, değiştiğini düşündüğümüz dünyaya rağmen bir şeylerin değişmediğini görmek ne yaman bir çelişkidir.