GELECEĞİMİZ BİZİM ELİMİZDE

Etiketler

, , ,

Bugün elimizdeki akıllı telefonlardan ya da önümüzdeki bilgisayarlardan kolayca bilgiye ulaştığımız bir dönemdeyiz. Ne okumaya ne de detaylı öğrenmeye vakit ayırıyoruz. Her şeyin hızlı yaşandığı bu dönemde neredeyse kitapların bile kısa özetleri okunmakta. Yine de nitelikli okur için basılı kitap her zaman önemini korumaya devam ediyor. Geçmiş ve gelecek arasında köprü kuran ve birçok bilgiyi bünyesinde toplayan kütüphaneler kendini geliştirmek isteyen, öğrenmeye açık, bilgiye ihtiyaç duyan herkese kapılarını sonuna kadar açmakta.

Yaşamı boyunca edindiği bilgilerle hayatta kalmayı öğrenen, kendi uygarlık sürecini başlatan insan, doğası gereği diğer canlılarla iletişim kurmak ve sosyalleşmek ister.  Bunun yollarını ararken sözün yeterli olmadığını öğrenir. İşaretle, şekille, resimle anlaşma yollarını denerken günümüze kadar gelecek olan yazıyı icat eder. Böylece insanlık tarihinin en önemli buluşlarından birini gerçekleştirir. Ağaç kabuğu, yaprak, taş, kil tablet, papirüs, parşömen, kâğıt derken günümüze kadar gelen kitaplarla yazı insan hayatının en önemli iletişim araçlarından biri olur. El yazması eserler çoğaldıkça tarihe ismini yazdıran kütüphanelerin sayısı da gittikçe artar.

Tarihte önemli yeri olan kütüphanelerden biri, kil tabletlerin Asur kralının arşivlerini oluşturduğu bilinen ve M.Ö 625 yılında kurulan “Ninova Kütüphanesi”dir. M.Ö. 3.yüzyılın ilk yarısında Mısır’da kurulan “İskenderiye Kütüphanesi” devrin en büyük kütüphanesi olarak bilinir. Ne yazık ki M.Ö. 47 senesinde Sezar’ın İskenderiye’yi işgal etmesiyle büyük zarar gören kütüphane M.S. 391 senesinde tamamen ortadan kalkar. Eski Yunan’da papirüs ruloları ise M.Ö. 165’te “Bergama Kütüphanesi” ni oluşturur.  

Modern kitap, Çinlilerin kâğıdı bulması ve ardından matbaanın icadıyla hızlanır.   Yaygın olarak kullanılan kitabın günümüzdeki halini alması uzun süreçlerden sonra mümkün olur. Mısır’da hayvan derilerinin özel bir işlemle yazı malzemesi aracına dönüştürülmesi, parşömenin çift taraflı kullanımı ile defter haline getirilmesi günümüzdeki kitaplara birer ön hazırlıktır. Kâğıdın ve ardından matbaanın bulunmasıyla kütüphanelerin önemi artarak devam eder. Sadece kitapların toplanma alanı değil, bilgiye ulaşmanın, toplumsallaşmanın ve sosyalleşmenin de yeri haline gelir.  

Günümüzde devlet okullarımıza kütüphane desteğinde bulunarak gençlerimize katkıda bulunabiliriz. Bilgi kirliliğinden uzakta, doğru kaynaklarla, nitelikli bilgiye ve birçok önemli esere ulaşmak bu sayede mümkün olabilir. Eğitimin gittikçe zayıfladığı ancak öneminin arttığı bir dönemdeyiz. Günümüzde pandemi sebebiyle öğretim ve öğrenim durma noktasına geldi. Bu salgının ardından yeni dönemde açığı kapamak, tamamlamak zorundayız. Bunun için çalışan devlet kurumlarının yanı sıra, gönüllülere ve hayırseverlere destek olan özel kurumlar ve dernekler var. El birliğiyle harekete geçerek yeni dönemde rehavete, kolaya alışan öğrencilerimizin içinde bir nebze de olsa öğrenme isteği uyandırabilirsek, ufuklarının açılmasına vesile olabilirsek, hayatlarına dokunabilirsek geleceğimiz adına büyük katkı sağlamış oluruz. 

Çağımıza yakışır izler bırakabilmek dileğiyle.

Kedi ve Kitap Severler için çok güzel bir yazı. #Kütüphane kedileri hakkında bilmedikleriniz

#Kütüphane kedileri hakkında bilmedikleriniz

http://bluesyemre.com/2020/07/19/kutuphane-kedileri-hakkinda-bilmedikleriniz/
— Şurada oku bluesyemre.com/2020/07/19/kutuphane-kedileri-hakkinda-bilmedikleriniz/

:)👌

Kütüphane kedilerinin görev tanımı

Yakışıklı sarman Dewey’nin yaşadığı meşhur Iowa Spencer Kütüphanesi’in çalışan kaynakları bölümünde kediler için bir de iş tanımı var. Bu tanım elbette kente bir heykeli de dikilmiş olan Dewey’nin huyları ve alışkanlıkları sayesinde oluşturulmuş.

1. Onu kucağına alan ya da seven insanların stres oranını azaltmak.

2. Her sabah saat 9:00’da ön kapıda dikilip gelenleri selamlamaya başlamak.

3. Kütüphaneye getirilen her kutuyu güvenli olup olmadığını anlamak amacıyla kontrol etmek, gerekirse içine girip çıkmak.

4. Resmi kütüphane elçisi olarak tüm toplantılarda hazır bulunmak.

5. Gergin anlarda kütüphane çalışanlarını ve ziyaretçileri sakinleştirmek, tartışmalarda hazır bulunarak olayın hafif atlatılmasını sağlamak.

6. Önemli belgelerin üzerine oturarak ya da uzanarak onların korunmasını sağlamak. Gerektiğinde uslu uslu kalkarak belgelere göz atılmasına izin vermek.

7. Kütüphanenin ulusal ve uluslararası alanda tanınırlığını artırmak. Fotoğraf çektirmek, konu mankenliği yapmak, gazetecileri şirin davranmak en önemlisi hep bakımlı ve güzel olmak, mesela günde birkaç kez temizlenmek, tüylerini parlatmak…

Kütüphane kedilerinin hakları

Kucağa alınma metodolojisi

Kendini özellikle yalnız hissediyor ve personelden daha fazla ilgi bekliyorsa, bir kütüphane kedisi bulduğu resmi belgelerin ya da bilgisayarların üzerine oturabilir. O zaman çalışanlar onu kucağına almak zorunda kalacaktır. Aynısı yöneticiler için de geçerlidir. Ancak yöneticiler çoğunlukla koyu renk takımlar giydiği ve üzerlerinde kedi tüyü olduğu zaman ciddiye alınmayacaklarından endişe ettiği için, onlara daha az ilgi gösterilebilir.

Merdivenler ve kutular sizindir

Merdivenlere tırmanma fırsatı asla kaçırılmamalıdır. Merdivende üst kattaki kitaplara uzanmaya çalışan bir mesela bir kütüphane görevlisi duruyorsa bile bu değişmez. Nasılsa bir kedi bir insandan daha yükseğe çıkabilir ve orada canının istediği kadar uzun kalabilir. Aynı şekilde ne kadar büyük veya ne kadar küçük olursa olsun tüm karton kutular da emrinize amade sayılmalıdır.

Gülenay Börekçi, Habertürk

https://egoistokur.com/kitap-okumayi-sevdiren-kedi/

YAZARIN ODASI 2

Etiketler

, ,

Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olarak kabul edilen The Paris Review’ da yayımlanan röportajlardan oluşan kitapta edebiyata yön vermiş birçok sanatçıyla tanışmak mümkün. Haruki Murakami, Toni Morrison, Orhan Pamuk, Alice Munro, Raymond Carver, Saul Bellow, Philip Roth, Ezra Pound hayat görüşleriyle, yazma alışkanlıklarıyla, edebiyatın büyüsüne kapılıp zorlu yollardan nasıl geçtiklerine ve eserlerini nasıl yazdıklarına dair anlattıklarıyla edebiyat severlere kaynak oluyor. Önsözünü Margaret Atwood’un yazdığı, çevirisini Mehmet Emin Baş’ın yaptığı Timaş Yayınları’ndan çıkan kitapta özel hayata ve yazarın edebi kimliğine dair birçok soruya cevap bulmak mümkün.

Gerek yazmayı seven ancak nasıl bir yol izleyeceğini bilemeyen yazar adaylarının, gerekse sevilen yazarların özel hayatlarını ve edebi kimliklerini merak edenlerin ilgiyle okuyabilecekleri kitaptan bazı alıntılar şöyle:

“Birçoklarının dediği gibi bu röportajlar diğer yazarlara özellikle inandıkları yoldan dönme noktasına geldiklerinde büyük bir cesaret kaynağı olmuştur.” Margaret Atwood

“…İyi edebiyat kısmen haberin bir dünyadan ötekine getirilişidir. Bu kendi içinde iyi bir neticedir bence. Fakat kurgusal metinlerle bir kimsenin politik görüşünü değiştirmek veya balinaları, kızılağaçları korumak falan olacak iş değil. Değişimden kastınız buysa. Bence bunların hiçbirini yapmak zorunda da olmamalı. Bir şey yapması gerekmez. Sadece onu yapmaktan aldığımız zevk için var olmalıdır; hani o bir şey okumaktan alınan, eskimeyen, hiç bitmeyen ve aynı zamanda da kendine has güzelliği olan bambaşka zevk. Kıvılcımlar saçan bir şey… İnatçı ve istikrarlı bir parıltı.” Raymond Carver

 

“Bir kitaba başlamak çok nahoştur. Karakter ve açmazı konusunda tamamen kararsızımdır ve açmazda olan bir karakter, başlamam gereken noktadır.” Philip Roth

 

“Kitap yazmanın güzel tarafı şu ki uyanıkken rüya görebiliyorsunuz. Oysa gerçek bir rüya olsa onu kontrol edemezsiniz. Kitap yazarken uyanıksınızdır; zamanını, uzunluğunu, her şeyi seçebilirsiniz. Ben sabahları dört beş saat yazıyorum ve zamanı gelince duruyorum. Bir sonraki gün de kaldığım yerden devam edebiliyorum. Gerçek bir rüya olsa bunları yapamazsınız.” Haruki Murakami

 

“Kitap yazdıkça değişirsiniz. Her seferinde aynı insan olunmaz. Önceki gibi devam edemezsiniz. Bir yazarın kaleme aldığı her kitap gelişiminin bir dönemini yansıtır. Birinin romanları o kişinin ruhsal gelişiminin dönüm noktaları olarak görülebilir. Artık geri gidemezsiniz. Kurgunun ateşi bir kez söndü mü, bir daha canlandıramazsınız.” Orhan Pamuk.

 

 

 

 

EN KIYMETLİMİZ

Etiketler

,

 

Boyutlar arasından gelir, karanlığın içinden geçeriz. Tutunabildiğimiz tek dal bağlı olduğumuz kordondur. Suyun hayatımızdaki önemini daha o günlerden öğreniriz. Dışarıdan gelen ses, bize içeriden  nefes olur. Dokuz ay sonra bir çığlıkla aydınlığa kavuşur gözlerimiz. İlk bakışma, ilk dokunuş biricik annemizle kavuşturur. Üzerimize titreyen bedeniyle, sıcacık yüreğiyle canından can verircesine korur, kollar bizi. Onun için önce evlat gelir.

Biz büyüdükçe tek istediği saygı ve sevgi görmektir. Evladız ya işte, değerini bilsek de arada ihmal edebiliriz. Nasılsa affeder diye biraz da şımarırız.  Ne var ki her başımız sıkıştığında hep anne der, sığınacak bir kucak, öpecek bir el olduğunu bilir, kendimizi yanı başında buluruz.

Bugün aramızda olmayan tüm kıymetli annelerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Hepsinin mekanı cennet olsun. Anne olmak isteyen ya da anneliğe aday herkesin bu duyguyu tatmasını dilerim. Hayatımıza anlam ve değer katan, varlığıyla bize güç veren tüm annelerimizin ve bize annelik etmiş büyüklerimizin bu özel gününü en içten dileklerimle kutlarım. Sağlık dolu, huzurlu yıllarımız olsun.

Yalnızlığın Omuzlarında: Newton, Veba ve Karantinanın Bilime KatkısıMaria Popova-https://oggito.com/icerikler/yalnizligin-omuzlarinda-newton-veba-ve-karantinanin-bilime-katkisi/65195

“Gerçek, sessizlik ve derin düşünceden doğar.”

1650’lerde veba felaketi Avrupa’yı etkisi altına aldı. Önce İtalya, hemen ardından İspanya, Almanya ve Hollanda hastalığa yenik düştü. Kanalın ince duvarlarının ötesindeki İngiltere bütün olan biteni izleyip korkusundan titredi, ne var ki on yıl boyunca ilahi bir güç sanki ülkeyi korumaktaydı. Ancak dünya çoktan ticaret tapınağında ibadet etmeye başlamıştı, küreselleşme güçleri harekete geçmişti. İngiltere’nin ekonomisi büyük ölçüde ticarete dayanıyordu, limanları dünyanın her yerinden çay ve ipek taşıyan gemilerle dolup taşıyordu. Sıçanlar gemilere girdi, pire ve bakteriler de sıçanlara – henüz keşfedilmemiş tek hücreli organizmaların krallığı – ve bunlar karaya çıkar çıkmaz insanlara geçti.

Yazının devamı https://oggito.com/icerikler/yalnizligin-omuzlarinda-newton-veba-ve-karantinanin-bilime-katkisi/65195 sitesinde.

HER ŞEY BİR ANDA OLDU

https://oggito.com/icerikler/her-sey-bir-anda-oldu/65137

Bankada halletmem gereken birkaç imza işim vardı. İşten erken çıktım. Arabanın radyosunu açtım, doğudan büyük bir fırtınanın şehre doğru geldiği haberini duyunca gözüm saate takıldı. Bankanın kapanmasına yarım saat vardı. Şehrin kalabalık caddelerinden birinde, trafiğin içinde kalınca arabayı bulduğum uygun bir yere park edip yürümenin daha doğru olacağına karar verdim.    

Bankanın içi sınıfların iç içe geçmiş hali gibi göründü gözüme. Yeni türemiş bir şirketin genç çalışanı bireyseli meşgul ederken, emekli olduğu her halinden anlaşılan yaşlı adam hesabından çektiği parasını ağır ağır saydı. Daracık kot pantolonlu, parlak ceketli, bordo ojeli genç kız marka çantasını koluna takmış neden hâlâ sıranın ona gelmediğine söylendi.  Şeffaf camlı odada oturan takım elbiseli kalantor bir adam karşısındaki banka müdürüyle bir şeyler konuştu, sonra önündeki belgeleri imzaladı. Köklü bir firmanın üst düzey yetkilisi ya da sahibi olmalı. Ayakkabılarından, kıyafetlerinden ve kolundaki pahalı saatten varlıklı olduğunu anlamam pek zor olmadı.  Birkaç taşralı dışında, banka genellikle büyük şehrin, özgüvenli insanlarıyla doluydu. Orta yaşlı, görmüş geçirmiş bir erkek olarak insan sarrafı olduğumu düşünüp, gülümsedim. Kısa sürede işlerimi halledip bankadan çıktım.

Arabama doğru yürürken gözüm yoldan geçenlere takıldı.  İnsanların büyük çoğunluğunda bir hoşnutsuzluk, bezginlik hali vardı. Çoğunun yüzü gülmüyor, sabit bir noktaya bakarak yürüyor. Çoğunun kaşları çatık. Herkes bir koşturmaca içinde göründü gözüme. Hızlı adımlar, hızlı konuşmalar, ellerindeki telefonla bir şeyleri çarçabuk yapmalar, sürekli bir yerlere yetişme ya da bir şeyleri yetiştirme telaşı içindeydiler. Kendimi onlardan pek de farklı hissetmedim.

Biraz rahatlamak için karşıma ilk çıkan kafeye girdim. Caddeyi gören masalardan birine oturdum, bir kahve söyledim. Pencerenin önüne küçük bir çocuk geldi.  Masum gözlerle bana baktı. Küçücük yaşında yıpranmış bedenini, kirlenmiş yırtık elbiseleri saklamaya çalışsa da bakışları her şeyi ele verir gibiydi. Yanına ondan büyük bir çocuk geldi, kolundan tutup çekti. Trafik ışıkları kırmızı yandı. Benim gibi tek bir kişiden daha fazlası yolda sıraya dizildi. Gelen kahveden bir yudum aldım.

Saat ilerledikçe hava kararmaya başladı. Kafenin kapısı bir açılıp bir kapandı. İçeri kısa boylu sıska çelimsiz bir adam girdi. Üzerinde koyu renk bir palto, başında da fötr bir şapka vardı. Yüzünü tam seçemedim. Yanımdaki masaya oturdu.

Garsonlardan biri adama menüyü uzattı. Adam eline alıp baktı, fazla incelemeden bıraktı.  Arada elini paltosunun iç cebine götürdü, bir şeyleri kontrol etti. Gizemli bir havası vardı. Tekinsiz görünen hâl ve tavır içinde oturması beni iyice meraklandırdı. Telefonuyla ilgilendi uzunca bir zaman hiçbir şey sipariş etmedi. Merakım gittikçe artmaya başladı. Birini bekliyor olabilir mi diye düşündüm. Elini tekrar cebine götürdü. Garson yanına yaklaştı, bir kez daha bir şey isteyip istemediğini sordu.

“Coffe,” dedi adam. Demek yabancıydı. Sesi görüntüsüne göre daha güçlü çıktı. Bu çelimsiz adamdan bu ses nasıl çıkıyor diye düşünmeden edemedim.  Gelen kahvesinden bir yudum aldı, masaya parayı bıraktı ve kalktı.

O an hiçbir şey yapmadan öylece arkasından bakabilirdim ama nedense peşinden gitmek istedim. Hesabı masaya bıraktım, üzerime montumu giydim, başıma kapüşonunu geçirdim, arkasından takip ettim.  Şubat ayı olmasına rağmen çok da soğuk sayılmazdı. Ancak hava oldukça kirliydi. Dışarı çıktığım anda ciğerlerimde bir yanma hissettim. Şehrin üzerini kara bir bulut gibi saran sis görüşümü iyice engellemeye başladı. Sokak lambalarının titrek ışığı altında onu takip etmeye devam ettim.

Adam önde ben arkada bir müddet caddede yürüdük. Adam kalabalığın olduğu yerlere doğru devam etti. Önüne çıkan kafelerde bir yudum bir şey içip, para bırakıp çıktı. İyice meraklandım. Neden böyle bir şey yapıyor olabilirdi? Korkusuzca peşinden gitmeye devam ettim. Onu gözden kaçırmam an meselesiydi, sis gittikçe yoğunlaştı. Kısa bir süre sonra adam daha sakin bir sokağa girdi. Arkasına hiç bakmadan sadece ileriye bakarak yürümesi dikkatimden kaçmadı.  Sokak çocukları yanımızdan geçti, onları fark etmedi bile. Çocuklar da onu fark etmedi. Ben karanlıkta ve sisin ardında kendimi gizlemeyi başardım. Adam bir an durdu. Sokağa bakan evlerin ışıklarına baktı. O an park etmiş kamyonlardan birinin arkasına geçip, saklandım. Bir süre yanan lambalara baktı, sonra sokağa çevirdi başını. Kimseleri bulamayınca yürüyüşü ağırlaştı. Ağır ve aksak adımlarla yürümeye devam etti. Ben de arkasından izlemeye devam ettim. İşlek caddelerden birine geldik. Sokak lambaları, mağaza ışıkları, araba farları onu daha iyi seçmemi sağladı. Kalabalığa girince yürüyüşü değişti. O çelimsiz adam gitti, sanki yerine boylu poslu, iri yarı biri geldi. Şaşkınlıkla ve merakla onu izlemeye devam ettim. Bir an durdu, gökyüzüne baktı.  Ardından yürüyüşü hızlandı,  kalabalığın içinde yürürken çok insana dokunup, bir şeyler sordu. Bunu neden yaptığını bir türlü anlayamadım. Merakım adamın peşini bırakmıyor, bedenimse iyiden iyiye yoruluyordu. Saatlerdir peşindeydim.

Ana cadde oldukça kalabalıktı. Bir grup genç, yol kenarında sohbet ederken, kadın erkek birçok insan ya alışveriş yapıyor ya da bir yerlere doğru gidiyordu. Kimi mağazalardan eli kolu dolu çıktı, kimi vitrinlere baktı. Yeme içme mekânları iyice kalabalıklaştı. Adam bir köşede durdu. Etrafı izlemeye başladı. Saatine baktı. Tekrar elini iç cebine götürdü. Silah taşıyor olabilir diye düşündüm. Belki kiralık katildi, birini öldürecekti ve onun için fırsat kolluyordu. Belki de bir ajandı.

Bir anda şiddetli bir rüzgâr esti. Önce kimse önemsemedi. Ancak kısa süre sonra fırtına başladı. O kadar güçlü geldi ki sanki herkesi ve her şeyi sürüklemek istedi.

Şiddetli esen rüzgâr trafikte oldukları yerde duran arabaları beşik gibi sallamaya başladı. Ağaçlar savruldu. Sokak lambaları oldukları yerde titredi. Sonra korkunç bir gök gürültüsü duyuldu. Sadece insanlar değil tüm canlılar korktu. Gürültüyle başlayan yağmur, rüzgârın da etkisiyle yüzüme bir kırbaç gibi çarpmaya başladı. İyice yorgun düştüm. Arabama atlayıp eve gitmek istedim ama bıraktığım yeri hatırlayamadım. Evim birkaç sokak ileride olmalıydı. Gerçi bundan da emin değildim çünkü yağmur ve rüzgâr yüzünden her yer birbirine benzemeye başlamıştı. Taksiler durmuyor, otobüsler doluluk yüzünden yolcu almıyordu.  Ben de yürümeye karar verdim.

O tekinsiz adam ortalarda yoktu. Tanımadığım birinin ne diye peşinden gittim diye söylendim kendi kendime. Kalabalığın ve kaosun içinde kalmaktan iyice gerildim. Üzerimdeki mont bile korumaz oldu beni, su gibi ıslandım. Göz gözü görmüyordu. Dizlerim titremeye, başım dönmeye başladı.  İnsanlar farklı yönlere doğru koştu. Yağmurun şiddeti, fırtınanın gücüyle katlanarak yağdı. Yere düşenler, ezilenler, bağıranlar vardı ama kimse kimseyi görmedi, herkes sadece kendini kurtarmaya çalıştı. Apartman önünde yağmurdan saklanan kalabalığı görünce aralarına sıkıştım. Gök bir daha şiddetle gürledi.  Her yer bir anda aydınlandı. O an adamı tekrar gördüm. Karşı apartmanın giriş kapısının önünde merdiven basamaklarına çıkmış, saçak altından etrafı izliyordu. Şimşeğin aydınlığıyla adamın şapka altındaki yüzünü bir nebze de olsa gördüm. Tam seçemediğim yüzünü sanki bir canavara benzettim. Dudağının kenarında alaycı bir tebessüm vardı. Hava şimşekle bir kez daha aydınlandı. O sırada adamın elini paltosunun iç cebine götürdüğünü gördüm. Kalabalığın içinde havaya doğru göremediğim bir şeyler attı. Kimsenin onu fark etmesi mümkün değildi. Herkes kendi derdindeydi. Çakan şimşeğin ardından korkunç bir gök gürültüsü daha duyuldu. Öyle korkunç bir gürültüydü ki çığlık atanlar, bağıranlar, kaçışanlar oldu. Yağmur hızını arttırdı. Artık etrafı görmekte iyice zorlanmaya başladım. Değil etrafı önümü bile göremez oldum. Kanalizasyonlar taştı, arabalar taşan pis suları üzerimize sıçrattı. Fırtına yüzünden birkaç sokak lambası devrildi. Koşanlardan bazıları yaralandı. Hepimiz öleceğiz diye bağırdı bir kadın.

Bu felaket ne zaman duracak diye söylendim gökyüzüne bakarak. Sokakta kalanlar olarak fırtınanın geçmesini beklemekten başka ne yapabilirdik ki? En güvenli yer olan evimin yolunu bile bulamadım. Gözümü sağanak yağan yağmurun arasından zor da olsa gördüğüm ışıkları yanan evlere çevirdim.

AKLIMDA DELİ SORULAR

Etiketler

, , , ,

29403102_1749157908474349_6552570353531486208_n

Karantina günlerinde şimdiyi ve tabii geleceği düşünmeden edemiyorum. Düşüncelerin biri gidip biri gelirken beni en çok rahatlatan şeyi yapıyorum, kitaplarımın yanına gidiyorum. Daha önce okumadıklarımı elime alıyorum. Okumaya başlıyorum. Sonra bir şey oluyor, dikkatim dağılıyor. Sevdiğim başka bir şeyi yapmaya karar veriyorum. Yazmak istiyorum. Sonra tekrar bir şey oluyor, yazamıyorum. Ben bu “şey”lerle uğraşırken cep telefonuma son dakika haberler geliyor. Önümde bilgisayar yazmak için bekliyorum. Bekliyorum ama nasıl zorlanıyorum.  Aklımda deli sorular. Ortalık karışık, her an bir başka kötü haber. Yazmayı seviyorum da bir türlü yazamıyorum. Sanki ortamın gerginliği kelimelerimi korkuttu, dehlizlerine saklandılar.

Theodor Adorno, İkinci Dünya Savaşı sırasında  Nazi kamplarında tutsakların yaşadığı trajediyi hatırlatarak  “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır” der. Acıyla yoğrulmakta olan bir çağda acıdan bahsetmek yakışmaz demek ister kanımca. Ona göre felaketler, yerinden yurdundan edilmiş insanların trajedileri sanata alet edilmemelidir.

Peki bugün ne değişti? Mesela şimdi şiir ya da öykü yazmak ve tabii okumak artık mümkün mü? Dünyanın durumu ortada, insanlık çığrından çıktı:

Taş taş üstünde kalmayan şehirleriyle, işe yaramadığı düşünülen ve atılmak istenen eşya gibi oradan oraya itilip kakılan bedenleriyle Orta Doğu,

Açlık içindeki insanlarıyla, altı üstü yağmalanan Afrika,

Her yeri ele geçirme planları yapanların cehenneme çevirdiği  dünya,

Hiçe sayılan ve ekolojik dengesi bozulan yeryüzü,

Zihinleri filmler ve dizilerle kirletilen çocuklar, gençler ve geleceğimiz,

Ruhunu kaybetmiş, paranın sözünün geçtiği, ahlâken bozulmuş bedenler,

Şimdi de salgın hastalıklarla mücadele eden, geçmişi unutturulmak istenen, eve kapatılan tüm insanlar…

Bütün olumsuzlukların içinde edebiyat nerede? Gittikçe okumayı ve yazmayı sevmeye başladığım öyküler ne durumda? Öykü, gerçekleri aktarmayı seven ve sözü güzel söylemenin yollarından biriyse eğer aklım çok karışık. Bu kadar gerçekle yoğrulmuş bir öykü umudumuzu yerle bir etmez mi? Bundan böyle öykü, acı ve felaketleri mi konu edinmeli? Yalnızlığa itilmiş, etrafı yıkık dökük bireyler yaşadıklarının tekrar tekrar hatırlatılmasını ister mi?

Yoksa o yalnızlığın içinde iç dünyalarındaki derinliklere mi daha yakın bulmak isterler kendilerini? Umutsuzluğun içinde umudu arayan bir bakış, bir söz mü olmalı öyküde? Başkasına benzemezleri ortaya çıkarmak mı okutur öyküyü? Beden ruhuyla barışmalı, zihin geçmişle gelecek arasında köprü mü kurmalıdır yeni öykülerde?

Birçok genç için öykünün gözden çıkarılıp özellikle fantastik romanın, Netflix filmlerin, youtube kanallarının, digital ortamın tercih edildiği bir dönemde eskisi gibi kitap “okumak” da  pek kolay değil.

Hepimiz bir şeyler yazıyor, bu yazdıklarımızın okunmasını istiyoruz. Hızla ilerleyen ve yetişmekte zorlandığımız dünyanın son derece çabuk tüketen ve uzayı çöplüğe döndüren digital dünyasında yazmak kolay, okunmak zor olmaya başladı. Durum böyle olunca ben de geçmişin tarih ve edebiyat sayfalarında yeni geleceğe dair izler arıyorum. Sorular cevaplarını ararken, yeni zaman çağı bakalım bize neler getirecek, bizden neler götürecek. Sağıklı kalırsak yaşayıp görebilmek, daha çok yazıp, daha çok okuyabilmek dileğiyle.

Okumaya zaman bulamamaya #evdekal molası: Ücretsiz erişime açık #kitap ve dergilerin ayrıntılı listesi #FatimaÇelik #evdeokuyorum

Okumaya zaman bulamamaya #evdekal molası: Ücretsiz erişime açık #kitap ve dergilerin ayrıntılı listesi #FatimaÇelik #evdeokuyorum

http://bluesyemre.com/2020/03/23/okumaya-zaman-bulamamaya-evdekal-molasi-ucretsiz-erisime-acik-kitap-ve-dergilerin-ayrintili-listesi-fatimacelik-evdeokuyorum/
— Şurada oku bluesyemre.com/2020/03/23/okumaya-zaman-bulamamaya-evdekal-molasi-ucretsiz-erisime-acik-kitap-ve-dergilerin-ayrintili-listesi-fatimacelik-evdeokuyorum/

https://oggito.com/icerikler/karantinadan-sonra-hava-kirliligi-azaldi/65099

Corona virüsü salgını kısa süre içerisinde bütün dünyayı etkiledi – etkileri çoğunlukla negatif olsa da başka bir sonucu var: Hava kirliliğinin azalması.

İnsanlar içeride kalmaya zorlandığı ve hayat bir nevi durmuş olduğundan mucizevi bir şey meydana geliyor. Yalnızca hava kirliliği azalmıyor, sürekli kullanıma maruz kalan sular da deniz canlılarının artmasına şahit oluyor. Uydu görüntülerinden birincil kaynaklara birçok kanıt COVID-19’un neden olduğu doğanın zaferini gözler önüne seriyor.

Bu durum mart ayının ilk günlerinde, NASA’nın Çin’in ocak ayının başları ile corona virüsü vakalarının çok fazla arttığı şubat ayının sonlarında çekilen uydu görüntülerini yayımlamasıyla başladı. Ulusal karantina sırasında azot dioksit seviyelerinde belirgin bir düşüş var. 2008 yılındaki ekonomik durgunluk sırasında azot dioksit oranında kademeli bir düşüş olmasına rağmen, bu seferki hızlı düşüş oldukça sıra dışı. NASA’nın Goddard Uzay Uçuş Merkezi’ndeki hava kalitesi araştırmacısı Fei Liu, “Böylesine geniş bir alanda ilk kez bu kadar fazla bir düşüş gördüm” dedi.

Hava kirliliği genellikle Çin Yeni Yılı civarında azalırken, işletmeler tatil için kapanırken, bu yılki durum biraz farklı. Kirlilik seviyesi çok daha düşük, bu da karantinaların hava kalitesinin artışına katkı sağladığını gösteriyor. Yalnızca Çin değil, 11 Mart’tan itibaren kapanan işyerleri ve getirilen kısıtlamalar nedeniyle İtalya da daha temiz bir havaya kavuşmuş durumda. Avrupa Uzay Ajansı’nın uydu görüntüleri, ocak ayının başından itibaren nitrojen dioksitte belirgin bir düşüşün olduğunu gözler önüne seriyor, özellikle kısıtlamaların daha erken başladığı kuzeyde. Sokaklarda daha az arabanın olması ve fabrikaların kapatılması, hava kalitesinin artmasını sağladı. Ayrıca Venedik’in kanallarında gezen gondollar, özel tekneler ve diğer araçların yokluğuyla beraber balıklar tekrar görülmeye başladı, sular kaybettiği berraklığı kazandı. Uydu görüntülerine yukarıdaki linkten ulaşabilirsiniz.

George Orwell ve Yazma Üzerine

Neden Yazıyorum: George Orwell’ı yazmaya ve yaratıcılığa iten dört evrensel dürtü!


Edebiyat efsanesi Eric Arthur Blair, daha bilindik ad
ıyla George OrwellHayvan Çiftliğve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört gibi kült klasiklerin yazarı olarak hatırlanıyor, fakat o aynı zamanda usta bir deneme yazarı. En iyi kısa yazılarından biri 1946 tarihli denemesi Neden Yazıyorum.

Orwell bu denemesine çok da huzurlu geçmemiş çocukluğundan birtakım detaylar vererek başlıyor -babasızlık, okulda maruz kaldığı alay, zorbalık ve yoğun bir yalnızlık hissi- ve tüm bunları onu yazmaya nasıl ittiği takip ediyor. Bu tarz erken dönem mikro-travmaların yazarlık yönelimi için elzem olduğunu ileri sürüyor. Bunu, yazmak için gerekli olduğuna inandığı dört temel dürtüyü açıklayarak sürdürüyor. Bunlar öyle dürtüler ki sadece yazarlık değil daha pek çok yaratıcı faaliyet için geçerliler.

(I)    Katıksız egoizm. Akıllı görünmeyi, hakkında konuşulmayı, öldükten sonra da hatırlanmayı arzulamak, çocuklukta sizi hakir gören yetişkinlere karşı üstün konuma geçmeyi istemek vs. vs. Bunu güçlü bir dürtü olarak kabul etmemek saçma olur. Yazarlar bu karakteristiği bilim insanlarıyla, sanatçılarla, politikacılarla, avukatlarla, askerlerle, başarılı iş insanlarıyla -kısaca insanlığın üst tabakasıyla paylaşırlar. İnsanların çoğu fazla bencil sayılmaz. Çoğu özellikle otuz yaşından sonra birey olma hissinden vazgeçip daha ziyade başkaları için yaşamaya başlıyor ya da kendini düşünemeyecek kadar ağır bir iş yüküyle boğuşmak zorunda kalıyor. Fakat bir kesim var ki, azınlık bir kesim, yetenekli, azimli insanlardan oluşuyor, onlar sonuna kadar kendi hayatlarını yaşamakta kararlı, işte yazarlar bu sınıfa dâhil. Ciddi yazarlar, söylemeliyim ki, gazetecilerden çok daha kibirli ve benmerkezciler, gerçi parayla daha az ilgililer.

(II)  Estetik coşku. Dış dünyadaki güzelin idraki veya diğer yandan onu kelimelerde, onların doğru dizilişlerinde algılamak. Bir sesin diğerine vuruşundaki, özenli bir yazının sıkılığındaki veya güzel bir hikâyenin ritmindeki haz. Önemli olduğuna ve kaçırılmaması gerektiğine inandığın bir deneyimi paylaşma arzusu. Estetik dürtü pek çok yazarda fazla hafif, ama bir broşür yazarının veya ders kitabı yazarının bile faydacı bir zihniyetten uzak olarak kullanmayı sevdiği özel kelimeleri, söz grupları var ya da belki baskıyla daha çok ilgili, kenar genişlikleri vs. Demek istediğim, bir demiryolu rehberinden üst seviyede hiçbir kitap estetik anlayıştan tamamıyla yoksun değildir.

(III)  Tarihsel itki. Şeyleri oldukları gibi görme, onlar hakkında doğru bilgilere erişip bunları gelecek nesiller için biriktirme arzusu.

(IV) Potilik amaç. Burada “politik” kelimesini mümkün olabilecek en geniş anlamıyla kullanıyorum. Dünyayı belli bir yöne itmek adına, diğer insanların uğruna didindikleri toplumla ilgili olması gerekene dair fikirlerini değiştirmek için duyulan güçlü istek. Yine, hiçbir kitap politik açıdan tamamıyla tarafsız değildir. Sanatın politikayla işi olmamalı görüşü bile politik bir tavırdır.

Bu birbirinden farklı dürtülerin birbirleriyle savaş halinde bulunmaları zorunluluğu aşikâr ve yine etkilerinin kişiden kişiye, zamandan zamana değişebilirlikleri de açıkça görülebilir.”

Orwell bu dürtülerin değişik zamanlarda ve farklı şekillerde kendi yazı alışkanlığına nasıl nüfuz ettiğine dair tartışmasını sürdürdükten sonra şöyle diyor:

“Şu son bir iki sayfaya bakıyorum da, beni yazıya iten dürtülerin daha çok yurtsever bir havası var gibi durmuş. Böyle bir intiba bırakmak istemiyorum. Tüm yazarlar kibirli, bencil ve tembeldir ve yazma güdülerinin temelinde bir gizem yatar. Bir kitap yazmak korkutucu, zahmetli bir uğraş, uzun süren ağrılı bir hastalık gibi. Bu öyle bir durum ki ancak bir iblisin tahrikiyle hareket eden biri böyle bir çabaya girişir, bu iblise de ne karşı koymak mümkündür ne de onu anlamak. Bildiğimiz tek şey bu iblisin, bir bebeği ilgi çekmek için ciyaklatan aynı içgüdü olduğu. Doğru olan bir şey daha var ki o da bir kimsenin kendi kişiliğini gizleme çabası olmadan doğru düzgün bir şey yazamayacağıdır. İyi yazı bir göz pencere camı gibidir. Dürtülerimden hangisinin daha kuvvetli olduğunu kesin bir şekilde söylemem mümkün değil, ama hangilerinin peşinden gidilmeyi hakettiklerini biliyorum. Ve geri dönüp eserlerime baktığımda, POLİTİK bir amaçtan yoksun olduğum zaman ruhsuz kitaplar yazdığımı, genellikle süslü pasajlardan, anlamsız cümlelerden, dekoratif sıfatlardan ve saçmalıktan medet umduğumu gördüm.”

Bu fikirlere ihtiyatla yaklaşmakta yarar var -ne de olsa herkesin yaradılışı, görüşü, varoluş seçimi kendine, bireyselin nev-i şahsına münhasırlığı bu. Ben, örneğin, kendimi Ray Bradbury modeline daha yakın hissediyorum:

“Yazmak ciddi bir iş değildir. Bir keyiftir o, bir kutlamadır. Yazarken eğleniyor olmalısınız. ‘Eyvah, şimdi hangi kelime? Aman Tanrım…’ diye kasılan yazarlara kulak asmayın. Cehennemin dibine kadar yolları var. Bu bir iş değil. Eğer iş olarak görüyorsanız, derhal bırakıp başka bir şey yapın.”

“Neden Yazıyorum” Penguin’in Great Ideas isimli serisinin bir parçası. Bu mükemmel kitap bir süre önce Sel Yayıncılık tarafından Türkçeye kazandırıldı>>>

Kaynak: www.brainpickings.org

Çeviren: Ali Fuat Kısakürek – edebiyathaber.net (21 Temmuz 2014